Çoğunluk Diktatörlüğü, Demokratik Soykırım
Demokrasinin temel ilkelerinden biri, halkın iradesinin yönetimde belirleyici olmasıdır. Ancak bu ilke, çoğunluğun çıkarlarının mutlak önceliğe sahip olduğu bir anlayışa dönüştüğünde, demokrasinin temelinde yer alan bireysel haklar ve azınlıkların korunması ilkesi zayıflayabilir. Hannah Arendt’in totalitarizm ve otoriter yönetimler üzerine yaptığı çalışmalar, çoğunluğun demokratik süreçleri kullanarak azınlıkları sistematik baskı altına alması durumunda nasıl bir tür “çoğunluk diktatörlüğü”nün oluşabileceğini gözler önüne sermektedir.
Bu bağlamda, çoğunluk diktatörlüğü ile birlikte ele alınabilecek bir diğer kavram, “demokratik soykırım”dır. Hukuki anlamda soykırım kavramı, Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi’ne göre belirli bir etnik, dini veya ulusal grubun fiziksel olarak yok edilmesini içerirken, bu kavramın daha geniş bir perspektifte ele alınarak kültürel ve siyasi boyutları da içerecek şekilde düşünülmesi mümkündür. Eğer bir grup, demokratik süreçlerin kullanımıyla sistematik olarak dışlanıyor, vatandaşlık hakları elinden alınıyor, ekonomik veya toplumsal kaynaklara erişimi kısıtlanıyor ve hukuki çerçevede varlığı tehdit ediliyorsa, bu durum “demokratik” yollarla gerçekleştirilen bir baskı ve yok etme sürecine işaret edebilir.
Çoğunluk Diktatörlüğü ve Azınlık Hakları
Arendt, demokrasinin yalnızca çoğunluğun iradesine dayanması durumunda çoğulculuk ilkesinin zedeleneceğini ve azınlık grupların haklarının kolaylıkla ihlal edilebileceğini vurgulamaktadır. Demokratik rejimlerde yalnızca sandıktan çıkan sonuçlara odaklanmak, bireysel özgürlükler ve insan haklarının korunmasını göz ardı eden bir anlayışa yol açabilir. Bu durum, çoğunluk diktatörlüğü olarak adlandırılabilir; çünkü demokratik mekanizmalar işletilmekte olsa bile, bu süreçler belirli grupları dışlamaya ve sistematik ayrımcılığa yol açmaktadır.
Örneğin, belirli bir azınlık grubuna yönelik ayrımcı yasaların demokratik yollarla kabul edilmesi, yalnızca hukuki bir süreç olarak ele alındığında meşru gibi görünebilir. Ancak Arendt’e göre hukukun meşruiyeti yalnızca yasal süreçlerin varlığına değil, aynı zamanda adalet ilkesine dayanmalıdır. Eğer hukukun amacı belirli bir grubu toplumun dışına itmek veya onun haklarını kısıtlamak olursa, bu durum baskıcı yönetimlerin hukuk aracılığıyla meşruiyet kazanmaya çalıştığı bir süreci işaret eder.
Bürokratik Şiddet ve Demokratik Yollarla Gerçekleşen Baskı
Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” (Eichmann in Jerusalem) adlı eserinde ortaya koyduğu gibi, büyük çaplı insan hakları ihlalleri sadece açık diktatörlükler altında değil, bürokratik sistemler aracılığıyla da gerçekleştirilebilir. Nazi Almanyası’nda Yahudilere karşı yürütülen ayrımcılık, başlangıçta tamamen yasal yollarla ilerlemiş, vatandaşlık hakları yasalarla kısıtlanmış, eğitim ve iş hayatına katılım engellenmiş ve bu süreç devletin bürokratik mekanizmaları içinde meşrulaştırılmıştır.
Benzer şekilde, günümüz demokratik rejimlerinde de belirli gruplara yönelik ayrımcı politikaların hukuki ve demokratik çerçevede yürütülmesi mümkündür. Eğer bir toplumda belirli bir grubun sosyal hakları sistematik olarak ihlal ediliyorsa, devlet mekanizmaları aracılığıyla marjinalleştiriliyorsa ve hukuki araçlarla toplumsal hayattan dışlanıyorsa, bu durum fiziksel yok etme içermese bile bir tür “demokratik soykırım” olarak değerlendirilebilir.
Hukukun Araçsallaştırılması ve Yasal Olarak Meşrulaştırılan Baskı
Arendt’in en önemli vurgularından biri, hukukun bir baskı aracı haline gelmesi durumunda adaletin tamamen ortadan kalkabileceğidir. Demokratik süreçler içinde yasaların çıkarılması, tek başına bu yasaların adil olduğu anlamına gelmez. Eğer bir devlet, belirli bir grubun siyasi haklarını kısıtlayan, vatandaşlık statüsünü sorgulayan ya da toplumsal katılımını engelleyen yasalar çıkarıyorsa, bu durumun hukuki çerçevede olması, onun etik açıdan kabul edilebilir olduğu anlamına gelmez.
Bu bağlamda, demokratik rejimlerin totaliter eğilimler gösterebileceği gerçeği unutulmamalıdır. Totalitarizm yalnızca açık diktatörlüklerle değil, bürokratik süreçlerin sistematik baskılar üretmesiyle de kendini gösterebilir. Demokratik yollarla seçilmiş hükümetler, baskıcı yasalar çıkarabilir, azınlık haklarını ihlal edebilir ve toplumda belirli bir grubun sistematik olarak dışlanmasına yol açabilir.
“Haklara Sahip Olma Hakkı” ve Siyasal Yok Edilme
Arendt’in ortaya koyduğu “haklara sahip olma hakkı” kavramı, demokratik soykırım meselesiyle doğrudan ilişkilidir. Soykırımların ve büyük insan hakları ihlallerinin temelinde, belirli grupların yurttaşlık haklarının ortadan kaldırılması yatar. Eğer bir toplumda belirli bir grup, yasal süreçler aracılığıyla vatandaşlıktan çıkarılıyor, ekonomik ve sosyal haklardan mahrum bırakılıyor veya sistematik bir şekilde toplumsal varoluşu tehdit ediliyorsa, bu durum fiziksel imhadan bağımsız olarak “siyasal yok etme” süreci olarak değerlendirilebilir.
Örneğin:
• Belirli bir gruba yönelik vatandaşlık hakkının kaldırılması,
• Azınlık grupların hukuki temsilinin ortadan kaldırılması,
• Eğitim, sağlık, barınma gibi temel haklara erişimin sistematik olarak kısıtlanması,
• Siyasal karar alma süreçlerinden dışlanmaları.
Bu tür politikalar, bir grubun varlığını fiziksel olarak hedef almasa bile, onların toplumsal, ekonomik ve siyasal varlığını ortadan kaldırma sürecini başlatabilir.
Sonuç: Hannah Arendt’in totalitarizm üzerine yaptığı analizler, demokratik süreçlerin otoriter mekanizmalara nasıl evrilebileceğini gözler önüne sermektedir. Çoğunluk diktatörlüğü, demokratik yollarla seçilmiş hükümetlerin azınlıkları sistematik olarak dışlaması ve onların haklarını ihlal etmesi anlamına gelir. Hukukun yalnızca belirli bir grubun haklarını kısıtlayan bir araç haline gelmesi, demokrasinin kendi içinde bir baskı mekanizmasına dönüşmesine neden olabilir.
Bu bağlamda “demokratik soykırım” kavramı, fiziksel yok etme süreçlerini içermese bile, bir topluluğun siyasi, ekonomik ve toplumsal varlığının sistematik olarak ortadan kaldırılmasını ifade edebilir. Dolayısıyla, demokratik süreçlerin yalnızca çoğunluğun iradesine dayanarak işletilmesi, azınlık haklarının korunmadığı bir düzende otoriter eğilimleri besleyebilir ve sistematik bir baskının “meşru” hale gelmesine yol açabilir.